6 Şubat'ta Kahramanmaraş ve Gaziantep’te meydana gelen depremden sonra binlerce yurttaş, sosyal medya ya da telefon aracılığıyla enkaz altından yardım çağrıları yaptı. Bölgeye devletten önce sosyal medya ulaştı ve yardım organizasyonları ile birebir görüşmelerin aksadığı yerlerde bilgi alışverişi buradan yapılabildi. Kitle iletişim kavramının hakkının verildiği çok özel günlerden geçerken 8 Şubat'ta Twitter ve TikTok'a bant daraltma uygulandı.Medyadaki sansür yetmezmiş gibi özellikle iletişim kurma ve can kurtarma için kullanılan sosyal medyaya uygulanan bant daraltma, tam olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bölgeye gittiği güne denk getirildi. Kaldı ki sosyal medyanın erişilemez kılınmasına neden olan devlet/hükümet eleştirilerinin temelinde de öncelikle yaşam ve sağlık kaygısı yatıyordu. Tepkilerin büyümesi üzerine ertesi gün Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Yardımcısı Ömer Fatih Sayan bir açıklama yaptı. Sayan, güya Twitter ile görüştüklerini ve dezenformasyona karşı Twitter yetkililerine yükümlüklerini hatırlattıklarını söyledi. Sayan’ın bu açıklamasından yaklaşık 10 dakika sonra Twitter ve TikTok’a uygulanan bant daraltma sona erdi. Bant daraltma, deprem bölgesine giden Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati'nin tek olumsuzluk olarak sosyal medyayı işaret etmesinden sonra uygulanmıştı. Nebati’nin suçu sosyal medyaya atan açıklamasına inanmak zaten zor. Kaldı ki bant daraltma kararının kim tarafından alındığı açıklanmamış olsa da 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu’na göre karar, Cumhurbaşkanlığı ve Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) tarafından alınabiliyor. Dolayısıyla bu kararın ve yarattıklarının sorumlusu belli. Koca bir gün, arama kurtarmada son kritik saatler, iletişimin ve bilgi alışverişinin devlet tarafından sansürlenmesiyle geçti. Sansür kelimesi, Antik Roma’da sayım ve ahlak işlerinden sorumlu yargıçlara verilen isim olan “censura/censere/censor”dan geliyor. İktidarın ahlak anlayışı ve sansürle açık ettiği ahlaki değerler de ortada.Sansüre karşı mücadele, iletişim özgürlüğü, haber alma-verme hakkının ne kadar yaşamsal olduğunu ve yaşam ve su hakkı, barınma, beslenme, sağlıklı bir çevrede yaşam hakkı ile iç içe olduğunu acı bir şekilde tecrübe ediyoruz. Zira bu süreçte birinin yaşadığına inanmak için sesini duymaya ihtiyacımız var. Bir titreşime, göremiyorsak da orada olduğunu bize herhangi bir yolla ifade etmesine ihtiyacımız var."Sesimi duyan var mı?" sözü ile ona verilen karşılıkta, sesin geldiği ve iletildiği yere dönerek, duvarlara vurarak, görerek, duyarak, yazarak, okuyarak ya da herhangi bir biçimde kullanabildiğimiz iletişim ve ifade yeteneğimiz ortadan kalkarsa, birinin yaşadığını düşünebilmemiz zor. Öyle ki bir kişi ile iletişim kurtulamıyorsa, ölüm tehlikesi geçirdiyse, kendisinden uzun zamandır haber alınamıyorsa ve ölümü hakkında kuvvetli olasılık varsa bu kişinin gaipliğine karar verilebiliyor. Bu da birinin yaşadığını düşünmemiz için ondan haber almanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bu yüzden iletişim hakkı, bugünlerde aynı zamanda yaşam hakkı da demek. Getirilen kısıtlamalar ve sansür, bu nedenle doğrudan yaşam hakkının ihlali anlamına geliyor. Haklar hiyerarşisine başvurulacak olsa da bir devletin koruması gereken ilk hak, yaşam hakkıdır. Kaldı ki insan hakları normlarının en önemli ilkelerinden biri olan “bölünmezlik” ilkesi gereği de bu hakları birbirinden ayıramıyoruz. Devlet, “dezenformasyon üretme ve yayma” palavrası ile ifade özgürlüğünü bilinmez bir üstün yarar için kısıtlıyor ve aynı anda bölünmez nitelikteki tüm hakları da ihlal ediyor. Daha da kötüsü, haklardan herhangi birini daha üstün gördüğü için de yapmıyor bunu. Yurttaşların herhangi bir hakkına öncelik vermeden, yalnızca iktidarın bekası için her birini bir kerede silip atıyor. Sonucun, beklediği gibi iktidarın bekası olmayacağını görmek için kahin olmaya da gerek yok. Oysa devlet bugün ölümlerden kaçmadığı kadar o kâbusundan kaçıyor: Gerçekler! Ne mi o gerçekler? Deprem bölgesine gidilmediği, geç gidildiği, yeterli müdahale edilmediği, halkın kendi yaşamı için kendisi mücadele ettiği, birbirine kendi kendine ulaştığı, enkazları elleriyle kazdığı, ölülerini kendi taşıdığı, kendi gömdüğü; gömemediği, bulamadığı, bulup nakledemediği; su, sıcak çorba, hilti, keser, vinç, kepçe bulamadığı hakkındaki gerçekler. O meşhur söz ise devletin yarınki kâbusunu anlatıyor: Gerçeklerden kaçabilirsiniz ama sonuçlarından kaçamazsınız.