BÜLENT MUMAY
Türkiye’de gazetecilik, yakın tarihin hiçbir döneminde “dikensiz bir gül bahçesi”nde icra edilemedi. Ülkenin demokrasisindeki iniş çıkışlarla paralel olarak, en riskli meslek gruplarından biri olmaya devam etti. Basın özgürlüğü; darbe dönemlerinden olağanüstü hal rejimlerine, çalkantılı koalisyonlardan Erdoğan’ın tek başına iktidarındaki “ileri demokrasi”ye kadar her dönemde kısıtlamalarla karşı karşıya kaldı ancak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) son 20 yıllık iktidarında, gerek yapısal gerekse hak ve özgürlükler açısından Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşadı.
2002’ye kadar Türkiye’de ana akım medyanın sahiplik yapısı şöyle şekilleniyordu: Ya basın patronluğundan gelen iş insanları, farklı sektörlerde büyüyebilmek için iktidar üzerinde baskı kurmak amacıyla ellerindeki medyayı kullanıyorlardı ya da benzer bir güç elde etmek isteyen farklı sektörlerdeki iş insanları, medyaya girerek daha da büyümenin yollarını arıyorlardı. Yani medyalarını iktidara kullandırarak kopardıkları tavizlerle daha da zenginleşiyorlardı. Erdoğan’ın ilk yaptığı şey, medya sahipliğindeki bu düzeni bozmak oldu. Ama tamamen kendi çıkarları için tersine çevirerek… Devlet ihaleleriyle zenginleştirdiği isimlere, tamamen halkın vergilerinden oluşan paralarla medyalar kurdurup iktidar propagandası yaptırdı. Zenginleşmek isteyenler türlü yöntemlerle medyadan çekilmek zorunda bırakıldı ve saray, kendi zenginleştirdiği isimleri medya patronuna dönüştürdü.
Medya sahipliğindeki bu değişim, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün (RSF) istatistiklerine göre Türkiye’deki medyanın yüzde 95’inin ya direkt ya da dolaylı olarak saraydan yönetilmesine yol açtı. Geriye kalan gazete ve televizyonlar da hukuki ve mali baskılarla cendere altına alındı. Erdoğan’ın özellikle 2013 yılındaki Gezi Parkı Direnişi’nden sonra otokratik eğilimlerinin yükselmesiyle birlikte gazeteciliğe yönelik baskılar şiddetlendi. Yüzlerce gazeteci, sadece mesleki faaliyetlerinden dolayı ya gözaltına alındı ya da tutuklandı. Basın özgürlüklerini düzenleyen veya sınırlayan yasalarda (Terörle Mücadele Yasası vb.) herhangi bir değişiklik olmamasına karşın yargının siyasallaşmasıyla birlikte gazetecilerin mesleki faaliyetleri terörle ilintilendirildi.
2016’daki başarısız darbe girişimi, Erdoğan’ın basına öfkesini daha da büyüttü. İktidarın hoşuna gitmeyen haberleri yapan gazeteciler, sabaha karşı evleri basılarak gözaltına alındı. Yüzlerce, binlerce yıllık hapis cezaları verildi. Gazetecilere yönelik bu gözdağı yetmedi, çalıştıkları kurumlara da mali bir baskı uygulandı. Eleştirel haberler, astronomik tazminatlarla cezalandırıldı. Bu gazetelerin ilan almaları çeşitli yöntemlerle engellendi ve bu da gazetelerin maddi zorluklar çekmesine yol açtı.
Bu tablo, birkaç yıl öncesine kadar iktidar açısından “doyurucu” sayılabilirdi. Seçmene ulaşacak mesajları kontrol altına alabiliyor, algıları yönetmekte pek güçlük çekmiyorlardı. Kontrollerinde olmayan yüzde 5’lik basın-yayın organları da iktidar açısından önemli bir risk oluşturmuyor, hapis ve para cezalarıyla aldıkları darbeler sonucunda bu organlar ancak cılız bir etki yaratabiliyordu.
Ancak iktidarın özellikle 2019’daki yerel seçimlerde aldığı ağır darbe ve akabinde ekonomik krizin etkisinin derinleşmesiyle birlikte sarayın kontrolü dışındaki mecralar, iktidar için büyük bir riske dönüştü. Bu medyalarda üretilen haberler, sosyal medyanın çarpan etkisiyle büyük kitlelere ulaştı. AKP’nin sırtını dayadığı alt ve orta sınıfların homurdanmaları, dijital medya sayesinde kar topuna dönüşmeye başladı. 2021 yılının ilk aylarında, AKP ile arası açılan organize suç örgütü lideri Sedat Peker’in iktidar aleyhindeki Youtube videoları da saray rejimi için ciddi bir tehdide dönüştü. Tüm bu etmenler, iktidarın aşınmasını hızlandırdı. Anketler, 2023 seçimleri için de Erdoğan’a kesin bir zafer göstermeyince, sıra sarayın kontrolü dışındaki yüzde 5’i tamamen susturmaya geldi. Üstelik sadece gazetecileri değil, sosyal medyayı kullanan yurttaşları da kapsayacak bir şekilde…
2002’nin ilk aylarından itibaren, dezenformasyonla mücadele gerekçesiyle basın yasalarında değişiklik hazırlığı başladı. Yasa taslağının ilk maddelerinden biri, “yalan haber”in üç yıla kadar hapisle cezalandırılacağına ilişkindi. Oysa hiçbir modern demokrasi, dezenformasyonla mücadeleyi cezalarla yürütmüyor. Yayılan yanlış bilginin doğrusunu üreterek doğru kanallardan halkla buluşmasını sağlamaya çalışıyor. Böylece basın ve ifade özgürlüğünü sınırlamadan, doğru mesajı yine aynı özgürlükler çerçevesinde toplumla buluşturuyor. Batı ülkelerinde, özellikle nefret söylemiyle mücadele için çıkarılan yasalar; aralarında Türkiye’nin de bulunduğu eksik demokrasilerde antidemokratik-sansürcü düzenlemeler için meşruiyet kaynağı olarak kullanılıyor. Saray rejiminin Dezenformasyon Yasası’nı hazırladığı dönemde sıklıkla öne çıkardığı şey, “Almanya’yı örnek alıyoruz” söylemi oldu. AKP’li Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Anayasa Komisyon Başkanvekili Ali Özkaya, “Almanya’da dezenformasyon yapanlar bir ila beş yıl hapis cezasına çarptırılıyor” diyerek en büyük dezenformasyonlardan birine imza attı ve bu ifadeyle kendi hazırladıkları yasayı savundu. Oysa Almanya’daki düzenleme, dezenformasyon yapanlara değil; nefret söylemi üreten ve şiddete teşvik eden içerikleri yayanları kapsıyor.
Yalan haber ve dezenformasyonla mücadele eden yasalar Türkiye’nin hukuk mevzuatında zaten yer alıyor. Türk Ceza Kanunu (TCK) ve Basın Yasası’nda ayrı ayrı suç tanımları var. Hükümetin Ekim 2022’de TBMM’den geçirdiği Dezenformasyon Yasası ise çok daha muğlak ifadelerle, iktidarın hoşnut olmadığı içeriklerin 4,5 yıla kadar hapisle cezalandırılmasının yolunu açıyor.
Yasanın en kritik maddesi olan 29. madde, hem gazeteciler hem de yurttaşlar için hapis cezası öngörüyor. Bu maddeye göre, “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayanlar” bir ila üç yıl arasında hapis cezası alacak. Örneğin, Twitter’daki bir mesajı retweet edenler gibi başkasının içeriğini yeniden paylaşanlar da aynı suçu işlemiş sayılacak… Failin; bu “suç”u anonim bir şekilde işlemesi halinde ise cezası yüzde 50 oranında artacak ve 4,5 yıla kadar hapisle cezalandırılabilecek. “Halkı yanıltıcı bilgi”nin ne olduğuna da elbette sarayın şekillendirdiği yargı kadroları karar verecek
29. maddede, “halkı yanıltıcı bilgiyi yayan” fail şöyle tanımlanıyor: “Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli bir şekilde alenen yayan kimse…”
Gelin, bu yasanın işletilebileceği örneklerle devam edelim…
Kovid-19 pandemisi sırasında Sağlık Bakanlığının paylaştığı verilere inanmamak, “halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak” olarak yorumlanabilir. İstiklal Caddesi’nin bombalanmasının ardından Türkiye’de sınır güvenliğini tartışmaya açmak ya da failin -devletin açıkladığının aksine- PKK’li olmama ihtimalinden söz etmek, “ülkenin iç ve dış güvenliği ile ilgili gerçeğe aykırı bilgi” sayılabilir. Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) açıkladığı enflasyon rakamlarına inanmayıp sokak enflasyonunu haberleştirmek, “kamu barışını bozmak” olarak nitelendirilebilir. Özetle, sarayın yönetimindeki kamu kurumları; tamamen siyasallaşan bürokrasisiyle gerçekleri boğabilir, gerek gazeteciler gerek toplumsal muhalefet gerekse sıradan yurttaşları “gerçek olmayan bilgileri yaydıkları” gerekçesiyle hapsedebilir.
Medyayı ve yurttaşları hapisle korkutan Dezenformasyon Yasası, “basın kartı” rüşvetiyle internet sitelerini de Basın Kanunu kapsamına alıyor. Böylece, dijital medyayı da saray denetimine alıyor. İktidarı eleştiren yayımlar yapan gazete ve televizyonlarda çalışan gazetecilere basın kartı verilmediği bir dönemde, eleştirel çizgideki internet sitelerinin bu haktan yararlanamayacağını söylemek kehanet olmaz.
Getirilen düzenlemeler vasıtasıyla dijital medyanın ayakta kalması pek mümkün değil. İnternet haber kuruluşları, olası cezaları devlet rahat gönderebilsin diye, açık iş yeri ve elektronik adreslerini vermek zorunda. Siteler, savcılık her an talep edebilir diye içeriklerini iki yıl saklamak zorunda kalacak. Bunu yapmayanlar ise bir milyon liradan 30 milyon liraya kadar para cezası ödeyecek. Haber siteleri, “Bu haberden zarar gördüm” diyerek savcılıklara başvuracak kişilerin göndereceği “cevap ve düzeltme hakkı”nı da yayımlamak zorunda kalacak. Ayrıca, bir habere gelen tekzip kararını 24 saat anasayfasında, tekzip metnini de bir hafta boyunca iç sayfalarda yayımda tutacak. Eski haberlere bile dava açılabilecek.
Dezenformasyon Yasası sosyal medya platformlarını da çok büyük bir baskı altına alıyor. Facebook, Twitter vb. sosyal medya platformları; Türkiye’de şube açacak, içerik-etiket ve algoritmalarıyla ilgili raporları Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumuna (BTK) sunacak, mahkemelerin talep etmesi halinde sosyal medya kullanıcılarının kişisel bilgilerini paylaşmak zorunda kalacak. Bunu yerine getirmeyen sosyal medya platformlarına ise yüzde 90 oranında bant daraltma uygulanacak, yani bu platformlara erişmek güçleştirilecek. BTK’nin saray tarafından atanan başkanı, sosyal platformlarına -mahkeme kararı olmaksızın- altı aya kadar reklam yasağı uygulayabilecek. Sosyal medya platformlarının, -gerek evrensel hukuk ilkeleri gerekse bu şirketlerin ticari çıkarları gereği- kendilerini ilgilendiren bu düzenlemelerin tümüne uymaları mümkün değil. Zaten ilgili madde; tam da bu sebeple, sosyal medya şirketlerinin bu kurallara uymamaları ve seçim tarihi yaklaşırken Türkiye’de engellenmelerinin yasal zeminini oluşturmak için hazırlanmış.
Kişisel verilerin güvenliği de yeni yasayla birlikte büyük bir tehlike altına giriyor. Mevcut düzenlemelere göre şebekeler üstü servis sağlayıcı, kullanıcılarla ilgili verileri ancak savcılığın talebi halinde paylaşabiliyordu. Ancak Dezenformasyon Yasası’nın 36 ve 37. maddeleri, bütün kullanıcılara ilişkin bilgilerin düzenli olarak BTK’ye iletilmesini şart koşuyor. Servis sağlayıcıları; kullanıcı sayısı, sesli arama sayısı ve süresi, görüntülü görüşme sayısı ve süresi, anlık mesaj sayısı gibi bilgileri BTK’ye bildirmek zorunda. Kime kaç adet WhatsApp mesajı attığımız da kiminle kaç dakika konuştuğumuz da yargı kararı olmaksızın otomatik olarak devlete bildirilecek. Bu bilgileri paylaşmayan şirketler, tıpkı sosyal medya platformları gibi bloke edilecek.
Haziran 2023’teki seçimlere ayarlı Dezenformasyon Yasası’nın temel amacı, maddelerde öngörülen cezaları vermek gibi görünmüyor. Yasadaki cezalar, muhalefeti caydırmak ve gözdağı vermek için kullanılacak; böylece seçimlere doğru bağımsız basın yayın organları ve sosyal medya platformları felç edilecek, gerek bireylerin gerekse örgütlü muhalefetin eleştirilerini yükseltmeleri engellenecek.
* Bu yazı dizisi, Almanya Federal Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu tarafından desteklenmiştir.