Hangi haberin doğru olduğuna güç ilişkileri karar veriyor: Sansür, yurttaşların tepesinde kılıç gibi sallanıyor

Hangi haberin doğru olduğuna güç ilişkileri karar veriyor: Sansür, yurttaşların tepesinde kılıç gibi sallanıyor

Suya Yazı isimli yazı dizimizin sekizinci makalesi, soL Haber Portalı’ndan gazeteci Osman Serkan Düz tarafından kaleme alındı.

OSMAN SERKAN DÜZ

Türkiye’de medya, hiçbir zaman tek başına büyük kârlar elde edilebilecek bir yatırım aracı olmakla kalmadı. Medyanın siyasetle ilişkisi, her daim ekonomik ilişkilerle de birlikte bir yumağın içinde ilerledi.

Medyanın geçirdiği dönüşüm de ülke siyasetinde olduğu gibi kapitalist düzenin yeniden organizasyonunun “dönemin ihtiyaçları ve ruhu” çerçevesinde ve en nihayetinde egemen olan üretim ilişkilerinin belirlenmesinde yaşandı.

Dolayısıyla medya, Türkiye sermaye sınıfının da temel çelişkilerini gizleyen bir perde, iktidarın hegemonya bunalımının ertelenmesi adına bir pekiştireç, egemenliğin tazelenmesinin bir cilası işlevini görüyor. Hâl böyleyken, sansürün sermaye düzeninin elinde aynı zamanda bir sopa olarak kullanılması, onu iktidar açısından da patronlar açısından da vazgeçilmez kılıyor.

Yani sansür dediğimizde tek başına bilgi akışını kontrol etmenin ötesinde bir tahakküm ilişkisini, siyasal iktidarı elinde bulunduran güç odağının temsilcisi olduğu toplumsal sınıfın karşısında bulunan dinamiklerin dizginlenmesine yönelik müdahaleler bütünü biçiminde bir kavrayışa ihtiyacımız var. Bu anlamda medya aynı anda zor aygıtlarının işlerliğinin bir güvencesi ve rızanın üretildiği bir siyasal ve ideolojik mücadele alanı olarak karşımıza çıkıyor.

Bu kanıyı desteklemek adına çok temel bir veriyi göz önünde bulundurduğumuzda özellikle ülkemizde sansürün burjuvazi açısından işlevselliğini daha açık bir biçimde görebiliyoruz.

2008 krizinin ardından hem AKP iktidarının neoliberal ekonomi politikalarının geniş halk kesimlerinin gittikçe daha fazla canını yaktığı hem de teokratik düzenin inşasında vitesin artırıldığı ve karşısında bir toplumsal direncin şekillendiği 2013 yılında, Türkiye’de erişime kapalı olan site sayısı 30 binin üzerinde açıklanmıştı. Bu sitelerin önemli bir bölümünün yasa dışı bahis ya da korsan yayıncılık yapan dizi film siteleri olduğu tahmin edilebilir. Fakat erişim engeli ve içerikten çıkarma kararlarının sansürün nasıl bir parçası olacağının işaretleri o günlerde de fazlasıyla birikmişti. 

İktidara geldiği yıllarda AKP, basın ve ifade özgürlüğü konusunda mangalda kül bırakmıyordu. Bu verinin paylaşılmasından yalnızca birkaç hafta sonra görkemli bir halk hareketi olan Gezi Direnişi “patlak” vermişti. 

2014 yılında, 5651 sayılı Kanunun 8. maddesi kapsamı dışındaki erişimin engellenmesi kararlarının uygulanmasını sağlamak üzere Erişim Sağlayıcıları Birliği kuruldu. 2018 yılındaysa başkanlık sisteminin bir uzantısı olarak İletişim Başkanlığı kuruldu. Bu kurumlar ve elbette beraberlerinde RTÜK, denetim mekanizmaları olmanın çok ötesinde hem birer manipülasyon aracı hem de cezalandırma aygıtları olma işlevini üstlendiler.

Hangi haberin doğru olduğuna güç ilişkileri karar veriyor

Mevcut tabloda Türkiye'de “doğru habere” ulaşmak adına özdenetim mekanizmaları oluşturma çalışma girişimleriyse yalnızca nafile çabalar olmakla kalmayıp sansür sopasının ucuna takılan havuç rolünü üstlendiler. Teyitçilik furyası tam olarak böyle bir misyonu üstlendi. Teyitçiyi kimin teyit edeceği sorusuysa hâlâ havada asılı duruyor.

Gerçeğin önemsizleştirildiği, gerçeği bükmeninse kolaylaştığı bir çağda hangi haberin doğru olduğuna kimin karar vereceği de elbette güç ilişkileriyle belirleniyor. Söz gelimi İletişim Başkanlığı'nın dezenformasyonla mücadele adı altında yayımladığı bültenlerin gerçekten halka doğru haber ulaştırmak adına en ufak bir katkısı olduğunu kim öne sürebilir ki bugün? soL Genel Yayın Yönetmeni Yiğit Günay’ın dezenformasyonun bir NATO konsepti olduğunu ve NATO’nun Türkiye'deki şebekesinin sanılandan çok daha yaygın olduğuna yönelik yazısı sansür tartışmalarına yeni bir boyut kazandırmıştı.

Baskı ve sansür mekanizmalarının basın ve ifade özgürlüğünü daha çok sakat bıraktığı bugün çok daha çarpıcı sonuçlarla karşı karşıyayız.

Free Web Turkey 2022 İnternet Sansürü raporuna göreyse 1 Ocak-31 Aralık 2022 tarihleri arasında 35 bin 66’sı alan adı, 3 bin 196’sı haber olmak üzere en az 40 bin 536 URL için erişim engeli kararı verildi. İfade Özgürlüğü Derneği’ne göreyse 2024 Ocak – Nisan döneminde en az 99.849 alan adı/alt alan adına erişimin engellendiği belirtiliyor.

Türkiye’de yeni medya mecraları, geleneksel medya kuruluşlarının dışarıda bırakıldığı birer karşı hegemonya alanları olarak yerleşiklik kazanmadılar. Bu doğrultuda internet gazeteciliği de alternatif medyanın baskın duruma gelmesinden çok, basın yayın faaliyetlerini, örneğin internetten yayın yapmanın daha düşük maliyetli olması gibi kolaylıklara uzanarak sürdürebilecekleri alanlar olarak şekillendi.

İnternetin sansürden daha az etkilenir gibi görülmesi, dijital dünyaya düzen cephesinden müdahalelere ilişkin siyasal iklimden de kaynaklı kimi boşlukların doğması, bu mecraların çeşitliliği ve buralara dair “düzenlemelerin” senelere yayılarak yürürlüğe sokulmasından kaynaklandı. Belki buraya belirli ölçülerde uluslararası dengelerin de gözetilmesini ekleyebiliriz.

Dezenformasyonla mücadele düzenlemesi adı altında pazarlanan, “Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” olarak yürürlüğe konulan sansür yasasını da bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

Bir gazeteci, bir iletişim emekçisi olarak çalıştığım soL, yayın hayatına başladığı günden bu yana başat olarak “halka yalan söylemek suçtur” ilkesini gözetti. Medyanın mevcut düzende hangi ağırlık noktaları üzerinden araçsallaştırıldığının farkında olduğumuza göre tarafsızlık yelpazesinin içerisinde soğurulan etik ilkelerden önce gözetmemiz gereken başka kriterler olduğunu başa yazmak gerekir. Yayın politikalarımızı da bu doğrultuda belirlemek soL ve temsil ettiği değerler açısından biricik seçenek olmalıydı. Bu anlamda tarafsız yayıncılığın bir yanılsamadan ibaret olduğunu söylemeden geçemeyiz. 

Biraz sonra değineceğim örnekler, soL’un nasıl sansürlendiği, bunlarla nasıl başa çıkmaya çalıştığı, hangi açmazlarla karşı karşıya kaldığı ve tüm bunlara rağmen yayın hayatını nasıl sürdürebildiği ve bütün bunların soL’un yayın politikalarını belirlerkenki tercihlerinde ısrarcı olmaktan neden vazgeçemeyeceğini de göstermiş olacak.

Sansür, yurttaşların tepesinde kılıç gibi sallanıyor

Sansür yasasıyla Türk Ceza Kanunu’na (TCK) eklenen 217/A sayılı madde “halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak” suçu için 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası öngörüyor.

Ayrıca “toplumda korku ve panik yaratan veya nefret söylemi içeren gerçeğe aykırı bilgileri sosyal medya üzerinden yaymak” gibi bir suç da düzenleniyor. Daha çok üç başlıkta; halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma, kişilik haklarının ihlali ve unutulma hakkı gerekçeleriyle sansür, internet gazeteciliğinin ve pek tabii herhangi bir yurttaşın da tepesinde bir kılıç gibi sallanıyor.

Sansür yasasında sosyal ağ sağlayıcıların yükümlülükleri olarak yapılan düzenlemeleri, örneğin BTK ile talep edilen tüm kişisel verilerin paylaşılması ve yüzde 90 bant daralması ile para cezası gibi yaptırımları bu yapıların büyük teknoloji şirketlerinin sahipliğinde olduğu da göz önünde bulundurarak değerlendirdiğinizde iktidarın ve kapitalist düzenin kıskacından kurtulma şansınız bulunmuyor.

İktidar karşıtı bir haberinizden ötürü basın ahlak esaslarına aykırı davranışlarda bulunduğunuz gerekçesiyle komisyon kararıyla basın kartınız iptal edilebilir, belki de yasa kapsamında terör suçlarından hüküm giyebilirsiniz. Bu durumun birçok gazetecide otosansür eğilimini de tetikliyor.

Erişim engellerinin dayanağı olan 5651 kanunun 9. maddesi, e-posta kutunuza Erişim Sağlayıcıları Birliğinden (ESB) gelen bildirimi 4 saat içerisinde görüp ilgili içeriği kaldırmanızı, aksi halde astronomik tutarlarda cezalar ödemeyi göze almanız gerektiğini belirtiyor. Burada hukuki tarafı bir yana yapısal bir sorun olduğu da çok açık.

Söz konusu egemenlerin çıkarları olduğunda hukukun üstünlüğü lafta kalıyor

Anayasa Mahkemesi (AYM), soL’un da aralarında olduğu ve çeşitli suç ceza hakimlikleri tarafından 2014'ten 2023 yılına kadar son 10 yılda haber içeriklerine getirilen erişim engelleme kararlarına karşı yapılan 502 başvuruyu birleştirdiği kararda ifade özgürlüğü ile etkili başvuru hakkının ihlal edildiğine hükmetti.

AYM kararlarının bağlayıcılığı çok boyutlu bir tartışmanın konusu ancak herhangi bir meşru dayanağı olmayan ve iptal edilen bir hüküm üzerinden hâlâ kararların alınmaya devam edilmesi sansürün nasıl bir hukuki garabet aracılığıyla sürdüğünün de göstergesi. Yani söz konusu egemenlerin çıkarları olduğunda hukukun üstünlüğü lafta kalıyor, üstünler hukuku zemini düzlüyor.

Öte yandan dünyanın çeşitli yerlerinde internetle ilgili kimi düzenlemelerde yer sağlayıcılara itiraz hakkı sağlanıyor. Bizdeyse ancak erişim engeli kararı alındıktan sonra ve kararı uyguladıktan sonra mahkemeye gitme olanağınız var. Üstelik tıpkı sosyal ağlar gibi yer sağlayıcılar da medya sahipliği ve tekelleşmenin bir başka ayağını oluşturuyorlar. 

Sosyal ağlar ve yer sağlayıcılarının yaptırımlarıysa internet gazeteciliğini çok daha fazla etkiliyor

Microsoft’un, Amazon’un, Facebook ya da X’in içerik düzenleme politikalarıyla uyum sağlamadığınızda içeriğinizin yayından kaldırılması veya daha az yayıldığı bir tür gölge sansür; reklam gelirlerinin kesilmesi, hatta sitenizin yayının durdurulması gibi sonuçlarla karşı karşıya kalabilirsiniz.

Öte yandan ürettiğiniz içeriklerin, haberlerin hiyerarşisi ve bütünlüğünün bozulması gibi bir tehlikeyle de karşı karşıyasınız. Kurduğunuz bütünlüğün içerisinde, örneğin o günkü manşetiniz içerik denetleme politikalarına takılıyor ve kısıtlanıyor. Teyitçilik üzerinden sürdürülen dezenformasyon tartışmalarında da sansür tartışmalarında da genellikle haberin üretimi merkeze çekilirken aslında haberin dağıtımı üzerine daha çok düşünülmesi gerektiği görülüyor.

Geçtiğimiz yıl Microsoft, dönemin Beşiktaş'ın teknik direktörü Burak Yılmaz'ın, eşine "şiddet uyguladığı" iddialarına verdiği yanıtı içeren haberi nedeniyle T24'ün bütün içeriklerine erişimi engellemişti. Öte yandan T24’ün yayını kesilmişti.

Haklarındaki haberleri kaldırmak için yer sağlayıcılarına da başvuruyorlar

Bu yazı yazılırken soL’a sunucu hizmeti aldığımız yer sağlayıcıdan kurumsal adresimiz üzerinden bir e-posta ulaştı. Yer sağlayıcımız bir haberimiz hakkındaki şikayeti ve bildirilen içeriği incelememizi ve bu bildirimi 24 saat içinde yanıtlayarak şikayeti ele almak için (varsa) hangi işlemi yapacağımızı kendilerine iletmemizi talep ediyordu.

Söz konusu şikayette kişisel çıkarlar doğrultusunda yasa dışı ve karalayıcı paylaşımlar yapmak, terörizmi desteklemek, bireylere karşı şiddeti ve nefreti teşvik etmek, bireylerin çevrimiçi gizlilik haklarını ihlal etmekle itham ediliyorduk. Yer sağlayıcı şikayet konusu olan içeriğin bağlamına ilişkin en ufak bir kanıya sahip değilken siz savunma yapmak zorundasınız.

soL’un Türkiye'de yasa dışı bahis ve dolandırıcılık suçları nedeniyle hakkında yakalama kararı çıkartılan Yaşam Ayavefe’nin avukatı tarafından şikayet edildiğini öğrendik. Şikayete konu olan içerik Ayavefe’nin, suikast sonucu öldürülen yasa dışı bahis baronu Halil Falyalı’yla olan ilişkilerine dair ifadelerin de yer aldığı ve birçok farklı sitede de yayımlanan bir röportajına ilişkin yaptığımız haber.

Belli ki Ayavefe isminin geçtiği tüm haberleri kaldırtmak istiyor bunu yaparken de “bunlar terörist” retoriğine sığınıyordu. 

Terör ve terör örgütü kavramları, AKP’li yıllarda halkı baskı altında tutmanın ideolojik zeminin yaratılmasının tutkalı, hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasının aracı olarak yaygın bir biçimde kullanıldı. Sansürün bir ucunun terör gerekçesiyle buluşmaması düşünülemezdi.

İçeride iktidarın terör damgasıyla cebelleşirken bir taraftan da tekellerin terörist filtresine takılıyorsunuz. 

Bununla birlikte soL Meta'nın da gölge yasaklamasından ve içerik denetleme politikaları ve sistemlerinden nasibini alanlar arasında. soL’un Facebook sayfası 2014 yılında Suriye’de savaşla ilgili bir haberimizde yer alan IŞİD görseli nedeniyle “şiddet övgüsü” yapıldığı, ülkücü mafya lideri Alaattin Çakıcı’nın hapisten çıkmasının ardından MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'yi ziyaretiyle ilgili haberdeyse Çakıcı’nın Bahçeli’yle birlikte görüldüğü fotoğrafı nedeniyle “suç örgütlerini övmek” gerekçeleriyle kısıtlı.

Terörle ne kadar iltisak, irtibat ve yakınlığınızın bulunduğu çok uluslu şirketlerin algoritmalarının bir etiketine bakıyor.

Hakimlikler unutulma hakkını basın ve ifade özgürlüğüne üstün tutuyor

İfade Özgürlüğü Derneği’nin “Hafızamız Siliniyor” isimli raporunda 2020 ve 2021 yılları içinde unutulma hakkı kapsamında 10 bin 441 haber ve içeriğe erişimin engellenmesi veya bu haber ve içeriklerin çıkartılmasının talep edildiği tespit ediliyor.

soL’un örneğinde de görüldüğü gibi haberde açıkça kamu yararı gözetilirken sulh ceza hakimlikleri unutulma hakkını basın ve ifade özgürlüğüne üstün tutuyor. Patronların unutulma hakkı, işçilerin unutulmama hakkının her daim önündeyken kamu hukuku açısından eşitlik ilkesinin de delik deşik edildiğini söylemeden geçemeyiz.

Bu şekilde pek çok örnekte de görüldüğü üzere ülkede işçi haklarının yasalar tarafından gözetilmediği gerçeği bir yanda dururken haksızlığa uğramalarının kamuoyuyla buluşması da yine yargı eliyle engellenmiş oluyor. Türkiye sermaye sınıfının “unutulma hakkı” AKP iktidarı eliyle çarkların dönmesi adına sansür mekanizmasının ana ayaklarından biri olarak kullanılıyor. 

Avukatlar, sahte erişim engeli kararlarıyla haber kaldırtmaya çalışıyor

Diğer taraftan birçok örnekte, ESB henüz kararı iletmeden avukatlar size ulaşarak haberinizi yayından çıkarmanızı talep ediyor. Öyle ki artık şirket avukatlarından gelen sahte erişim engeli kararlarıyla dahi karşılaşıyoruz. 

Haber odasındasınız, belki de önemli bir haber üzerinde çalışıyorsunuz ve tüm gün üzerinde çalıştığınız haberin artık rutine bağlanmış kararlarla yayından kaldırılması gerektiğini öğreniyorsunuz. Bu durumun kendisi yeterince sinir bozucuyken kararları didiklemekle uğraşmak istemiyor işi hukukçulara bırakıyorsunuz.

Bazı isimlerle ilgili haberleri yapmaksa sonuçlarını çok öneceden bildiğiniz bir sürecin kapısını aralıyor. Örneğin Baykar Teknoloji şirketinin sahibi Selçuk Bayraktar’la ilgili yaptığınız bir haberde “damat” ifadesini kullanırsanız Bayraktar’ın kişilik haklarını ihlal ettiğiniz gerekçeleriyle haberleriniz jet hızında erişime engelleneceği gibi yüksek tutarlarda tazminat ödemek zorunda da kalabilirsiniz.

Geçtiğimiz günlerde soL’un yayın hayatına başlamasının 18. yıl dönümü vesilesiyle yaptığımız açıklamada ifade ettik. Kendimizi tek işi “haber vermek” olan bir gazete olarak hiç görmediğimizi belirterek işimizi, “adlı adınca Türkiye işçi sınıfının mücadelesine gazetecilik cephesinden destek vermek” olarak söyledik. 

Yayın hayatına başladığımız günden bu yana sermaye düzeninin meşruiyetini korumak için medyanın kullanılmasıyla, düzenin doğal ve değiştirilemez olduğu düşüncesinin medya aracılğıyla toplumun genel kanısı hâline getirilmeye çalışılmasıyla, kültür endüstrisi aracılığıyla toplumun uyuşturulmasıyla “içeriden” kavga etmekten hiç geri adım atmadık.

Toplumun sesinin kısılmasına yönelik her türlü girişimin karşısında sorumlu davrandık. Halka yalan söylemek suçtur dedik ve gerçekleri yazmaktan vazgeçmedik.

Sansürle başa çıkmanın türlü yolları hep oldu. “Erişim engeli kararlarıyla ilgili haberlere erişim engeli kararı getirildiğine yönelik haberlere erişim engeli getirildi” diye uzayıp giden haberlere artık hepimiz aşinayız. Sansürle başa çıkmanın bir yolu olarak biz soL’a sansür adında bir YouTube programı yapıyoruz örneğin. Yaratıcı birçok örnek bulunabilir, geleneksel birçok yöntem de denenebilir. 

Ancak sansür başlığının bize gösterdiği, toplumun örgütlenme kanallarını besleyecek bir çizgide yayın yapmanın gerekliliği. soL yayın politikalarını da yol haritasını da her türlü sansüre ve onu doğuran düzene meydan okuma kararlılığıyla belirliyor.