Sansürün yeni biçimi: Toplumsal amnezi yaratma

Sansürün yeni biçimi: Toplumsal amnezi yaratma

Suya Yazı isimli yazı dizimizin altıncı makalesi, gazeteci Bahadır Özgür tarafından kaleme alındı.

BAHADIR ÖZGÜR

Basına sansür, sınırları iyice belirsizmiş bir süreç.

Önceden en azından neyin yasak olduğunu bilmek ve sansürün normlarının belirgin olması, onunla mücadele etmeyi de kolaylaştırıyordu. Bu mücadele sadece basın alanıyla sınırlı kalmıyor, fikir ve ifade özgürlüğü olarak genel demokrasi mücadelesinin bir parçası olabiliyordu. Bugün sansürün normunu, ele alınan konunun iktidar alanı ve siyasi rejimle mesafesi belirliyor. Dolayısıyla basına sansürün ne olduğunu tanımlamak artık zor. 

Tek bir mahkeme kararıyla paket halinde binlerce haberin ve hatta sosyal medya paylaşımlarının dahi aniden ortadan kaldırılabildiği bir durumu, belki de ‘hiper-sansür’ olarak tanımlamak lazım. Bu sansürün de ötesinde bir şey çünkü. Bizzat kamu kaynakları kullanılarak toplumu manipüle etmek amacıyla devasa bir kurumun örgütlenmesi, sosyal medyada bir ağ yaratılması ve kamu bankalarından verilen kredilerle iktidar için çalışacak medya tekelleri kurulması, sansür mekanizmasını siyasal propagandayla bütünleştirdi. Gazeteciler böyle bir evrende faaliyet yürütüyorlar artık.

Sansürün sınırlarının ne derece belirsizleştiğini Batı’da hızla gelişen ancak bizde henüz tam anlamıyla tarif edilemeyen ama sansürün farklı araçlarla en hızlı uygulandığı bir alanda somutlamaya çalışayım: Şirket suçları. 

Kavram, bir zamanlar ‘beyaz yaka suçlar’ olarak da kullanılan ve yaygın olarak mali vb. suçları içeren bir anlama sahipti. Oysa olağanüstü hızlanmış çevresel yıkımın, yolsuzluğun, yoksulluğun, iyice iç içe geçmiş devlet-şirket ilişkilerinin yarattığı toplumsal sonuçlar, kamu yararını da daha geniş düşünmeyi mecbur kılıyor.

Gazeteci, yargıyı bir taraf olarak karşısında buluyor

Malum, gazetecilik de kamu yararına bir meslek olduğu için görev alanı epey bir genişliyor. Bunun günümüzdeki en somut örnekleri ihalelerde yaşanıyor mesela. Bir ihalenin mevcut düzenlemelere uygun olması, onu meşru, haklı kılmaz. İşte gazeteci bu noktada devreye girer ve kamu kaynağının kullanılma biçimini, hedefini sorgular. 

İşte tam burası yeni bir sansür ve baskı sürecinin de başladığı yerdir. Çünkü özellikle iktisadi alanı düzenleyen yasal değişikliklere baktığımızda, kamu yararının özel çıkarı koruyacak şekilde genişletildiğini görüyoruz. Örneğin, acele kamulaştırma kararları gibi. Haliyle eskiden şirketlerin veya sahiplerinin ‘itibarını zedeleme’, ‘rekabeti etkileme’ vb. suçlamalarla açılan davalar da bugün esasında fikir ve ifade hürriyetini hedef alan birer hukuk pratiği olarak önümüze çıkıyor. 

Neyin kamu yararı, neyin özel çıkar; neyin devlet işi, neyin şirket işi; kimin bürokrat, siyasetçi, kimin sermayedar olduğunu karıştığı bir durumda gazeteci de devleti ve yargıyı bir hakem olarak değil, doğrudan taraf olarak karşısında buluyor. Nice erişim engeli kararına, tazminat ve ceza davalarına baktığımızda, bu tabloyu çok daha net görüyoruz. Ama burada bir sorun var. Hukuk bunları hala birer ‘özel’ dava, şirketin ve sahibinin kişiliğine bir saldırı, bir itibar zedeleme olarak değerlendiriyor. Bunun en çarpıcı örneklerini, kamu ihalesi alan şirketler ve onların siyasetle ilişkileri hakkında yapılan haberlerde gördük zaten. Erişim engeli kararları veya ceza davaları, şirketin/sahibinin itibarını zedeleme suçlamasına dayandırılıyor hep. İktidara yakın medya kuruluşlarında çalışanlar hariç, benzer bir dava açılmamış tek bir gazeteci bir yoktur herhalde.

Erişim engeli, bir toplumsal amnezi yaratmaktır ve belki de cezadan daha tehlikelidir

Benim de ilgilendiğim bir örnekle daha, esasında bunun ardında nasıl yoğun bir sansür ve baskı mekanizması olduğunu somutlamaya çalışayım.

Sedat Peker’in itiraf ve ifşaatlarıyla başlayan süreçte gündeme gelen Paramount Otel vakası iç içe geçmiş, kamuoyunu ilgilendiren bir olaylar zincirini barındırıyordu. Otel, öncelikle mafya hesaplaşmaları ve ‘mala çökme’ iddialarıyla gündeme geldi. Bu yönüyle yasadışı işlerin döndüğü kriminal bir vakaydı. Ardından burada emniyet ve yargı dahil bürokratların, gazetecilerin, siyasetçilerin ‘bedava’ konakladıkları ortaya çıktı. Böylece zincire kamu görevlileri dahil oldu.

Sonrasında otelin hileli şekilde el değiştirdiği belirlendi. Bunun baş aktörü de ABD’de kara para aklamaktan soruşturulan bir kişiydi. Onun siyasetle ve suç dünyasıyla ilişkileri tartışılmaya başlandı. Hatta yargılaması sürerken İçişleri Bakanı tarafından açıkça yurt dışına çıkmasının sağlandığı büyük bir skandal olarak patladı. Aynı süreçte başka otellerin ve şirketlerin de benzer şekilde, aynı aktörlerin etkisiyle el değiştirdiği öğrenildi. Devamında otelin aslında kimin olduğu sorusu gündeme geldi. Üst kullanım hakkı bir sigorta şirketindeydi. Ama o sigorta şirketinin de tuhaf şekilde ortaklık yapısı değişmiş, hatta kanunlara aykırı biçimde başka bir ülkedeki bir off-shore şirkete satılmıştı. Satış ortaya çıkınca ‘sehven’ gerçekleştiği açıklandı ve karar geri alındı. Bu arada Paramount Otel’in arazisinin devlet mülkiyetinde olduğu ve mevzuata aykırı şekilde genişletildiği de öğrenildi. Açıkça göz yumulmuş lakin devlet kendi mülkünün peşine düşmemişti. Zincirin devamı da var ancak bu kadarı yeterli.

İşte bu olaydan onlarca farklı dava ve erişim engeli kararı çıktı. Oysa aleni bir mafya işinden başlayıp siyasete, devletin kurumlarına, bürokratlara, medyaya, başka şirketlere uzanan, kamu yararının nerelere kadar uzandığını gösteren dört dörtlük bir vakaydı bu. Ne var ki gazeteciler hakkında başlatılan soruşturmaların neredeyse tamamı, basın yoluyla hakarete dayandırıldı. Yani yargı gazetecilerin haberlerini kamu yararına yapılmış bir faaliyet olarak değil de ticaret hukukunu, bankacılık ve sigortacılığı düzenleyen yasaları çiğneme, kişilerin özel hayatını ihlal, basın yoluyla itibar zedeleme olarak değerlendirdi.

Özetle sansür bugün belli araçlarla, belli normlara dayandırılarak yürütülen bir baskı faaliyeti olmanın ötesine geçti. Sınırları ve araçları belirsiz, özel çıkarların korunmasını odağına alan bir süreç. Hele ağırlıklı olarak çoğu gazetecinin dijital mecralarda yayım yapmak zorunda olduğu düşünüldüğünde, sanki gazeteciye ağır bir yaptırım uygulanmamış gibi gözüken erişim engeli kararlarının bütün bir toplumu belleksizleştirme, gelecek nesilleri de kapsayan bir karartma olduğunu söylemek lazım. Bir tür toplumsal amnezi yaratmaktır bu. Belki de cezadan bile daha tehlikelidir.