Bülent Mumay
Dijital çağın muhtemelen en büyük ve en kolektif kâbusu, bilgisayarların 2000 yılına girildiğinde patlama ihtimaliydi. Yaşı yetmeyenler için hatırlatmakta fayda var; bilgisayar yazılımlarının milenyuma hazır olmadığı, 1999’un 2000’e dönmesiyle dijital her şeyin altüst olacağı endişesi vardı hemen hemen herkeste. Yeni yıla doğru geri sayım yaparken bilgisayarının fişini çekenler bile olmuştu. “Ne olur ne olmaz”dı; nitekim bir şey olmadı. Ama dijitalleşmeyle birlikte gazetecilerin, yazarların, yayınevleri çalışanlarının, kısacası “eli kalem” tutan insanların çok daha gerçek bir endişesi vardı: Ya kâğıt biterse?
Endişelenmekte hiç de haksız değildik. Her yeni keşifte olduğu gibi ‘anomi’nin hüküm sürdüğü bir ortamda gazetecilik ürünleri sergilenmeye başlanmıştı. Ekonomik altyapısı düzenlenmemiş bir mecra üzerinden, uzun yılların mesleki birikimleri kelimenin tam anlamıyla “harcanıyordu.” Endişenin kaynağı sadece mali de değildi; internetle birlikte “her önüne gelenin gazetecilik” yapabileceği, muhabirlerin yerini muhbirlerin, enformasyonun yerini dezenformasyonun kolaylıkla alabileceği bir mecra endişesi vardı.
Dijitalin dünyevi problemleri
Bu elbette sadece Türkiye’nin problemi değildi. Mesleki ve sektörel endişe, “www” kısaltmasındaki gibi dünyayı bir ağ gibi sarmıştı. Yıllar ilerledikçe başta teknoloji üreten şirketler olmak üzere, meselenin bütün tarafların da katkılarıyla ilk başlardaki ‘anomi’nin yerini kurallı bir menfaat çatışması aldı. İçeriği üretenlerle bunu ‘okuyucu/izler kitle/tüketici’ye ulaştıran platformlar arasındaki savaş elbette hala devam ediyor. İçeriğin mi, yoksa ‘medyum’un mu daha “kral” olduğu kavgası sürüyor. Mesele bundan da ibaret değil elbette… İnternette gazetecilik tekeli, sadece geleneksel gazetecilik kurumlarının değil artık. Dijital çağda doğan “native” mecralar, yeni haber formatlarıyla kendilerine alan açıyor. Bu da teknolojik dönüşüm için arkasında herhangi bir güç olmayan geleneksel gazetecilik kurumları için yeni bir haksız rekabete yol açıyor.
50 tık, 1 kağıt okuru etmiyor
Basılı ürünlerin tirajlarının düşmesi, okurların yok olduğu anlamına gelmiyor elbette. Star ve Güneş’in kapanınca, zaten olmayan okurlarının yok olması gibi bir durum burada söz konusu değil. Aynı okurlar dijital mecralardan aynı/benzer içerikleri okumaya/izlemeye/tüketmeye devam ediyor. Ancak buradaki açmaz, basılı ürünlerin satış ve reklam gelirindeki düşüşün, dijitaldeki reklam gelirleriyle kompanse edilememesi. Daha açık söylemek gerekirse, reklam birim fiyatları üzerinden bakacak olursak basılı gazeteden 1 okur kaybını, dijital 50 okur kapatamıyor. Bu da sektörde ciddi bir mali sıkışma yaratıyor. Hem mevcut işleri ve çalışan sayısını korumak güçleşiyor, hem de aynı kaynaklarla dijitalde gazetecilik yapmak imkansız hale geliyor. Böylece daha az kaynakla, daha az nitelikli gazeteciyle, tıklama baskısının daha yoğun olduğu bir internet gazeteciliği devreye giriyor. Elbette dijitalde okurdan gelir yaratmak üzerine kurulu çeşitli modeller de devrede. Ancak, okurların hayatını/gelirini değiştirecek kalitede bir şeyler sunulmadığı sürece, paralı içerik meselesi, bu süreci değiştirecek gibi görünmüyor.
“Porno” kılıfıyla gelen sansür
Gazetecilik, geçirdiği bu tarihsel dönüşümle beraber en büyük sıkıntılarını yaşıyor. Yukarıda sıraladığım riskler neredeyse dünyanın tüm ülkelerindeki meslektaşlarımız için geçerli. Ancak Türkiye’yi yönetenler, gazeteciliğin önüne yukarıdakilerden çok daha büyük riskler koydu. Önce “hukuki” olanlarından başlayayım… Türkiye’nin yaklaşık 10 yıllık siyasal dönüşümü, gazeteciliği ülkedeki en tehlikeli mesleklerden biri haline getirdi. Artık sadece haber yapmak değil, herhangi bir konuda sosyal medya paylaşımında bulunmak bile özgürlüklerinize mal olabiliyor. 2011’de 5651 sayılı İnternet Yasası’na yapılan müdahaleyle başlayan süreç, bu ülkede sadece haber sitelerinin değil, Wikipedia’dan Paypal’e kadar binlerce internet sitesinin Türkiye’de karartılmasına yol açtı. O dönem bu yasayı eleştirenleri “Pornoyu savunuyorlar” diyerek eleştirenlerin, bugünlerde iktidar partisine alternatif girişimlerde “özgürlükçü” açıklamalar yapıyor olmaları yine Türkiye’ye özgü bir durum.
Ensesi kalın patronun yoksa…
2011’de yasa değişikliğiyle başlayan süreç, geçtiğimiz günlerde yürürlüğe giren yeni RTÜK düzenlemesiyle, internetin bir “alternatif medya” olma ihtimalini tamamen ortadan kaldırdı. Video içerik üreten internet mecraları, RTÜK kapsamına alınarak lisansa tabi tutuldu. Mesele sadece televizyonların ceza sopasıyla hizaya getirilmesi gibi bir sürecin internete uyarlanması anlamına gelmiyor. İnternet portallarına bedel ödeyerek lisans alma, şirket kurma gibi getirilen zorunluluklar, sektörün mali yapısının gerçekliğiyle uyuşmuyor. Yazının ilk bölümlerinde paylaştığım gelir sorunu nedeniyle maddi açmazda olan internet yayıncılarının, RTÜK’ün şartlarına uyması mümkün değil. Endüstrinin büyük oyuncuları dışındakiler hariç elbette… Bunun da anlamı çok açık: “Arkanızda başka kanallardan hizaya getirebileceğimiz bir patronunuz yoksa internette gazetecilik falan yapmaya kalkmayın.”
Vergi devlere, faturası bizlere
Yine yakın zamanda yürürlüğe giren Dijital Hizmet Vergisi, kâğıt üzerinde internet reklam devlerine yönelik olarak görülse de, faturasını dijital medya ve çalışanlarının ödeyeceği bir düzenleme. İnternet birim fiyatları, çeşitli sebeplerle Türkiye’de oldukça düşük. Haber siteleri, aynı trafiği herhangi bir Batı Avrupa ülkesinde yapsalar refah içinde yüzecekken, Türkiye’de kira-personel giderlerini bile güçlükle karşılıyorlar. Yeni vergi, mevcut durumu daha kötü hale getirecek. Google, Facebook gibi internet reklam devleti vergiyi kendileri ödeyecek elbette ama bunu yayıncıların gelirlerine yansıtacak. ’Tık’larla gelen ekmek kırıntıları daha da küçülecek.